Meşkuk bakışlar
dağıtarak geçtiğim sokaklardan, brüt griliklerin şikayetiyle aklıma bir soru
takılıyor: "Yürürken niye hiç gökyüzüne bakmıyorum?". Muhakkak iyi
kalemler ve şairler, senin ve benim gibi insanlar, hatta dilini anlamadığımız
her türlü mahlukat o veya bu şekilde bu bin sırra sahip uçsuz bucaksız
gökyüzünü fark etmemiz için bize telkinlerde bulundu ama ben de bir kez daha
bunu tekrarlamadan duramıyorum. Koca çirkin binaların arasından dahi ne kadar
kudretli ve etkileyici duruyor. Biraz zorlasam belki içimde güzel bir şeyler
uyandıracak kadar sonsuz bir görüntüsü var, hatta belki biraz zorlasam gözlerim
doluverecek. Bu sonsuza dolan mucizenin aksine içimde bir boşluk büyüyor. Ruh
denilen görünmez ve varlığına emin olamadığımız şüpheyi kesin bir kararlılıkla
yokluğa itebilmek adına tüm gayretini sarf ediyor. Çabası ve garezi bana mı ya
da içimde filizlenmeye niyetlenmiş adına belki umut belki de çok daha isimsiz,
niteliksiz ve bir ad kazanmaya hak kazanamamış bir kırıntıya mı, sezemiyorum.
Ruhumdan emin değilim ama onu yutmaya yeltenen bir boşluğun varlığından eminim.
Varlığından emin olamadığım bir şey içinse savaşmaya hiç kuvvetim yok.
Hınca hınç olmasa da
eser miktarda, benimkinden hallice bezmiş kellelerle dolu bir tramvaya atıyorum
kendimi. Bizleri bu kadar bezdiren hayata bu kadar sıkı bağlanmamıza hayret
ediyorum. Nefretiyle beraber artan yaşama bağlılık ve ölüm korkusu, hepimizin
hayatında bir noktada tadacağı bir ikilem herhalde. Artan mal varlığıyla onu
kaybetme korkusunu ise sadece şanslı bir zümre tadabilecek. Sonra imtihanı erken bitmiş bir öğrenci gibi
etrafı izliyorum. Birkaç zamandır hayatı da bu minvalde yaşıyorum. Önümde duran
kâğıdın yarısı boş veya kaldırabileceği kelime miktarı kısıtlı diyebilirim.
Gerçi, sonuçların bir önemi var mı? Zil çalınca hep birlikte teneffüsteyiz.
Tabii düşen bir uçak idare eder gibi yaşadığım günlerim de olmuştu, hem de
yükseliyorum sanıyordum o sıralarda. Can havliyle kendime bir paraşüt bulup
atlamam gereken yerde İkarus’un heyecanını tattığım günlerim. Sanrılarımızın
kurbanı, keşkelerimizin eseriyiz, zaman zaman da esiri oluyoruz. Mühim değil
bunlar, elbet sandıklarımız gerçekleşmedikçe ceplerimize keşkeleri dolduracağız
ama iyi ki dediğimiz şeyleri har vurup harman savurmaya devam edeceğiz. En
cimri olmamız gereken böyle durumlardaki cömertliğimize de anlam veremiyorum.
Araçtan inip,
duraktan çıktıktan sonra surlara paralel, surları izleyerek yürüyorum. Bulutlarla
İstanbul benimle dalga geçer gibi ahenk içinde birbirine karışıyor. Dünya adeta
vazgeçmeye ikna olduğum gayretime sıkıysa kalk git diyor. Kulak verince aklımdan geçenlere, ben de nasıl
sıkı sıkıya hayata bağlandığımın farkına varıyorum. Bu bağların farkındalığıyla
yaşamanın işi zorlaştıracağını düşünüyorum. Çünkü her türlü farkındalığın
insanı, hayatını olduğu gibi yaşamaktan alıkoyduğunu ve zorlaştırdığını düşünüyorum.
Yüreklere, hassas noktalarımıza dokunan örneklerle de anlatmayacağım bunu,
aşırı somut bir örnek kullanacağım: Nefes almak. Her saniyemizde durmadan devam
ettiğimiz ve bizim bilincimiz dışında gerçekleşen bu eylem üzerine biraz bile
düşünsek, oluşan farkındalığın ardından alıp verilen birkaç dakikalık nefes
kümesi bize eziyet gibi gelir. Hayatına farkındalığı sokan bir faninin aklında
farkındalığının eziyetinin haricinde hemen ardından belirli sorular belirmeye
başlar. Çoğu zaman bu soruların belirli bir cevabı olmadığı için ne soruları ne
de kaynağı olan farkındalığı arkasında bırakabilir. Hayatın akışına kapılmışken
bu akıştan kopmamızı veya akışın dik eksenine doğru batmamıza neden olacak
şeyleri fark etmemiz de bizi zorlayabilir. Yağmur birikintilerinden kaçmaya
çalışırken bağcıklarımın çözüldüğü ve ciddi şeyler bile anlatırken küçümseyici
bakışlar ve/veya sorulardan kaçınmak için sahte nüktedan bir hale büründüğümü
fark ediyorum ben de. Mesela bunu fark ettiğime göre artık birilerine ciddi bir
şey anlatmaktan kaçmanın yollarını da bulmam gerekir.
Surların içindeki
eski orijinalliğinin üstüne yeni yerleşimcilerinin ihtiyaç sonucu eklediği
bölmelerle birbirine başından beri kenetlenmiş gibi duran işçi evleriyle dolu
mahalleyi boydan boya geçiyorum. En başından beri böyle olmak için kurulmuş bir
düzensizlik tarafından sarılmış olduğumun hissine kendimi teslim ediyorum.
Yaşamın kendi keyfine göre evrilen şiddetli kararlığı karşısında ona uymaktan
haz alan birisi değilim. Yine de etrafımı çevreleyen insanlar olmadığı takdirde
bir müddet kendimi bu esintinin içinde savrulan bir yaprak gibi hissetmeyi
seviyorum. Zaten tüm kuvvetiyle üzerimize koşan ihtimallerin içinden kendi
planladığımızın(!) olmasını sağlayan da bu esinti içinde şartların büyük oranda
tesadüfi olarak oluşması değil mi? İyi şeyleri biz elde ederiz ama kötü olan
her şey kaderin sillesi, bedbahtlıktır. Böylece tesadüflere minnet duymamıza,
hatalarımızı kabul etmemize ve incelememize gerek kalmaz.
Varmam gereken sokağa girince beni karşılayacak sorunlara günlük sıkıntılara muhtaç olduğumu anlıyorum. “Anahtarı unutmuşuz, ne yapalım?” sorusuyla bana yaklaşan adamın endişesine karşılık tebessüm ediyorum. İstikametim değişti, dalgınlıklar yolumdan kayboldu. Artık hem çözmem gereken gerçek sorunlarım var hem de endişesini paylaştığım insanlar.
- Mustafa Sencer GÜMÜŞAY
Yazarımızın diğer yazıları için tıklayınız.